scarcely,

ancak, güçlükle, zorlukla, güç bela, pek.
I can scarcely see: Ancak/güçlükle görebiliyorum.
You
could scarcely have found a better person for the job than Miss S: Bu iş için Miss S'den daha iyi birini pek bulamazdınız.
I scarcely know what to do: Ne yapacağımı pek bilemiyorum (şaşırıp kaldım).
Adverb
hemen hemen, hemen hiç, bile.
He spoke scarcely a word of English: İngilizce bir kelime bile konuşamıyordu
(=Hemen hemen hiç İngilizce bilmiyordu).
He can scarcely walk: Hemen hiç yürüyemiyor.
I scarcely know him: Onu hemen hiç tanımıyorum.
scarcely any: yok denecek kadar.
scarcely ever: hemen hiçbir zaman.
Adverb
henüz.
scarcely had he arrived when he had to leave again: Gelir gelmez (=henüz gelmişti ki) tekrar
gitmek zorunda kaldı.
He is scarcely two years old: İki yaşında ya var ya yok
Adverb
elbette değil, hiç de değil, kat'iyen değil.
This is scarcely the time for arguments! Hiç de münakaşa
edilecek zaman değil!
That is scarcely true: Elbette doğru değil.
He can scarcely have said so: Kat'iyen böyle söylemiş olamaz.
Adverb
tam o sırada, o anda, (bir işi) yapar yapmaz.
I had hardly opened the door (= Hardly had I opened
the door) when he hit me:Tam kapıyı açtığım anda (kapıyı açar açmaz) bana vurdu.