benzer, aynı, eş, müşabih.
suits of like design.
They are as like as two peas (in a pod):
Tıpkı, birbirinin tıpkısı, bir elmanın iki yarısı.
Sıfat
eşit/aynı miktarda, denk.
Ann's uncle promised her $50 if she could earn a like sum. Sıfat
likely. Sıfat
üzere, -e benzer, galiba.
The king is sick and like to die: Kral hasta, öleceğe benzer (galiba ölecek). Sıfat
gibi, -e benzer, farksız.
She is like her mother. They are very much like one another. to smell like
a rose.
I never saw anything like it: Asla böyle (buna benzer) şey görmedim.
It looks like rain: Yağmur yağacağa benziyor.
He's just like anybody else: Herhangi bir kimseden farkı yoktur.
Edat
tıpkı … gibi, âdetâ -e benzer.
She can run like a deer: Tıpkı bir geyik gibi koşar.
like father
like son: Tıpkı babasına çekmiş.
We heard a noise like a car backfiring: Adetâ ekzos patlamasına benzer bir ses işittik.
Edat
-ce. … gibi.
He acted like a tyrant: Müstebitçe davrandı.
He behaved like a fool: Deli gibi oldu/deliye döndü. Edat
beklenen, umulan.
Isn't that just like him? Ondan beklenen de bu değil mi?(Ondan başka ne beklenir?).

It's not like him to be late: O pek geç kalmazdı/Geç kalmak âdeti değildi.
Edat
arzulu, istekli.
I feel like : arzu ediyorum, canım istiyor.
I feel like a cup of coffe.

I don't feel like working: Canım çalışmak istemiyor.
Edat
örneğin, … gibi.
They offer technical courses like electronics, applied physics an chemistry. Edat
aşağı yukarı, takriben, tahminen.
The actual interest is more like 18 %. Zarf

like enough = as like as not = very like
k.d. galiba, muhtemelen.
like enough it will rain. Zarf
(a) (bir) hayli, oldukça.
There was this old lady with her face all wrinkled like: Yüzü bir hayli
kırışmış ihtiyar bir kadın vardı. (b) âdetâ, bir dereceye kadar, oldukça, aşağı yukarı.
He felt tired, like: Adetâ/oldukça yorulmuştu.
He was looking tough like: Oldukça sert/haşin görünüyordu.
Zarf
-e yakın, … derecesinde/mertebesinde.
That novel's nothing like as good as this one: O roman asla
bunun kadar iyi olamaz (bunun kâbına erişemez).
Zarf
aynen, tıpkı, … gibi, kadar.
It happened like you said it would: Aynen dediğin gibi oldu.
He
can't play poker like his brother can: Kardeşi kadar poker oynayamaz.
It is just like I say: Aynen dediğim gibidir.
Bağlaç
sanki, âdetâ.
He acted like he was afraid to go home: Adetâ eve gitmekten korkuyormuş gibi davrandı.

It rained like the skies were falling: Sanki gökler yere iniyormuş gibi şiddetli yağmur yağdı.
Bağlaç
veçhile, üzere.
like we used to: alıştığımız gibi, âdet üzere, âdetimiz veçhile. Bağlaç
benzeri, tıpkısı, eşi, aynısı, benzer/mümasil şey.
We will not see his like again: Bir daha benzerini
göremeyeceğiz.
That was acting, the like of which we shall not see again: Böyle bir rolün eşini bir daha göremeyiz.
I've never seen its like: Buna benzer şeyi asla görmedim.
İsim
cins, tür, nevi. İsim

likes: hoşlanma, sevme, beğenme, tercih.
likes and dislikes: (bir kimsenin) sevdiği ve
sevmediği (hoşlandığı ve hoşlanmadığı) şeyler.
My mother knows my likes and dislikes.
High class restaurants are not the likes of us: Lüks lokantalar bize göre (bizim harcımız) değil.
İsim
(
like to şeklinde konuşmalarda kullanılır): az kaldı, nerede ise.
I like to died from laughing:
Gülmekten nerede ise ölecektim.
Fiil
hoşlanmak, zevk almak, zevk/haz/lezzet duymak.
I like peaches and grapes. I like books. He likes the
job, but not the salary.
sevmek, hoşuna gitmek, hoşlanmak.
They like their new math teacher.
I like her: O hoşuma
gidiyor.
He is well liked here: Onu burada herkes sever.
How do you like him: Ondan hoşlanıyor musun?
arzu/istek duymak, arzu etmek, arzulamak, istemek.
Come whenever you like: İstediğin zaman gel.

I like people to be punctual: Herkesin dakik olmasını isterim.
I'd like him to come: Onun gelmesini arzu ediyorum.
You may say what you like, but I am going there: Siz ne derseniz deyiniz, ben oraya gidiyorum.
I can do as I like with him: O avucumun içindedir, ona ne istersem yatırırım.
As much as you (ever) like: Ne kadar isterseniz.
canı istemek, rica etmek.
I would like a glass of milk, please: Bir bardak süt rica edeceğim.

like it or lump it, you'll have to go! İster istemez gideceksin (İstesen de istemesen de gitmeye mecbursun).
Whether you like it or not: İster istemez (İsteseniz de istemeseniz de).
If you like: (a) (eğer) istersen(iz).
We can go out, if you like. (b) nasıl istersen(iz).
Shall we go out? (Yes), if you like.
beğenmek.
If you don't like it, you can lump it: Beğenmezsen beğenme! (Beğenmezsen kimin umurunda!).
uyuşmak, anlaşmak, bağdaşmak, arası iyi olmak, başı hoş olmak.
Bananas don't like me: Muzlarla başım hoş değil.
arzu/tercih etmek, istemek.
When do you like your breakfast? Kahvaltınızı ne zaman arzu edersiniz?

I'd like the red one, please: Kırmızısını (istiyorum), lütfen.
… gibi, -vari, -e benzer, -imsi.
childlike: çocuk gibi.
a hairlike thread: kıl gibi ince iplik. Son Ek
-e yaraşır/yakışır/uygun.
businesslike: iş hayatına uygun. Son Ek