1. öyle, böyle, şöyle.
    Do it so: Böyle yap.
    He said so: Öyle dedi.
    I told you so! Ben
    sana (böyle) demedim mi?
    I speak English and so does my son: Ben İngilizce bilirim, oğlum da bilir.
    It so happened that: Öyle oldu ki … , tesadüfen …
  2. böylece, böylelikle, bu suretle.
    So it turned out.
  3. öyle.
    It is broken and has long been so.
  4. bu kadar, o kadar.
    Do not speak so fast.
  5. çok, son derece.
    We're so glad you could come! Geldiğinize son derece memnun olduk.
    Thank you,
    you're so kind: Teşekkür ederim, çok lûtufkârsınız.
    I'm so sad: Çok üzgünüm.
    My head aches so! Başım çok ağrıyor.
  6. maksadıyla, için.
    a speech so commemorating the victory: Zaferi anma maksadıyla (söylenen) nutuk.
  7. bu nedenle/sebepten, bu cihetle, bundan dolayı.
    He is ill, and so he cannot come to the party.
  8. şu halde, o halde, elbette, öyle ise, demek ki.
    I said I would come, and so I will: Geleceğim
    dedim, elbette geleceğim.
    So you are not going to Adana? Demek ki Adanaya gitmiyorsun?
  9. gerçekten, cidden.
    quite so! elbette, tamam! gerçekten öyle!
    “You told me you knew German.”
    “ So I do!” “Bana Almanca biliyorum demiştiniz.” “ Elbette biliyorum!”
  10. keza, de/da/ dahi.
    I did, and so did he: Ben de yaptım, o da yaptı.
  11. müddetçe, sürece, bir yandan da, hem … hem.
    As he learned, so did he teach: Hem öğrendi, hem de ögretti.
  12. bu şekilde, bu veçhile, bu tarzda.
  13. o tarzda/şekilde, öylesine.
    So live your life that old age will bring you no regrets.
  14. (ondan/daha) sonra.
    and so to bed.
  15. (ünlem olarak) ya! sahi mi!
    You don't say so! Yok canım! Allah Allah!
  16. İsim (bkz: sol )1.
birini yıkamak Fiil
birinin yıkanmasına yardım etmek Fiil
Çok da uzak olmayan bir gelecekte Zarf
Çok da uzak olmayan bir geçmişte Zarf
tasarrufundan belli bir miktarını ayırmak Fiil
falanca İsim
sözde Sıfat
… için daha kuvvetli sebep, … daha iyi ya!
haydi haydi Zarf
daha da Zarf
iyice Zarf
evleviyetle Zarf
nitekim, keza, bunun gibi, böylece, neticede.
olduğu kadar, nasıl … öyle … , -dikçe/-dıkça.
(Just) as we must know how to command, so we must know
how to obey: Emretmesini olduğu kadar itaat etmesini de öğrenmeliyiz.
As the parents act, so will the children: Ebeveyn nasıl hareket ederse çocuklar da öyle davranırlar.
As the season advances, so the days get longer: Mevsim ilerledikçe günler de uzuyor.
As you treat the others, so will they treat you: Başkalarına karşı nasıl davranırsanız, başkaları da size karşı öyle davranır (= Ne ekersen onu biçersin).
… dikçe.
As the wind blew harder, so the sea grew rougher: Rüzgâr şiddetlendikçe denizin dalgaları kabardı.
öyle olduğunu düşünmek Fiil
öyle sanmak Fiil
öyle gelmek Fiil
öyle olduğuna inanmak Fiil
böyle yapmayı doğru bulmak Fiil
buna rağmen, hattâ, yine de, öyle olsa da.
Yes, but even so: Evet, fakat yine de …
The fire
was out, but even so the smell of smoke was strong: Yangın sönmüş olmasına rağmen keskin bir duman kokusu vardı.
olsa bile.
Even if you're right- even so, it doesn't prove anything: Haklı olsan bile, bu bir şey ifade etmez.
çok, pek, aşırı, ziyade.
It's ever so cold: Hava pek soğuk.
Thank you ever so much: Pek
çok teşekkür ederim.
She's ever such a nice girl: Son derece güzel bir kız.
She is ever so much prettier than her sister: Kızkardeşinden kat kat güzeldir.
I waited ever so long: Okadar bekledim ki …
ever so often: sık sık, pek sık.
böyle demek için bir nedeni olmamak Fiil
inşallah
galiba
tabiri caizse Zarf
adeta Zarf
deyim yerindeyse Zarf
öyleyse Zarf
o takdirde Zarf
o halde Zarf
o vakit Zarf
madem öyle Zarf
o zaman Zarf
galiba öyle = öyle görünüyor = öyle gibi.
galiba öyle = öyle görünüyor = öyle gibi.
gibi … de, keza, tıpkı, benzer şekilde.
Just as French people enjoy their wine, so the British enjoy
their beer: Fransızlar şaraba düşkün olduğu gibi İngilizler de biraya düşkündür.
yeter ki, … diği sürece.
Just so he gets his 3 meals a day he doesn't care what happens: Günde
3 öğün yemeği önüne geldiği sürece dünya yıkılsa aldırmaz.
öyle, doğru, haklısın.
(her) ne kadar, ne derece, ne denli.
He won't be able to do it, though he try never so hard: Ne
kadar çaba sarfetse gene de başaramayacak.
Be he never so brave: Ne kadar cesur olursa olsun.
aşağı yukarı, … kadar, tahminen, takriben, en azından.
I waited 3 minutes or so: 3 dakika kadar bekledim.
… kadar, takriben, aşağı yukarı.
an hour or so: bir saat kadar.
Of the original twelve, five
or so remain: İlk on ikiden beş kadar (takriben beş tane) kaldı.
öyle, doğru, haklısın.
karar verme hakkı
keyfi karar
şöyle şöyle, şu şekilde, filân filân.
tarz(ın)da, şekilde, öyle ki, ta ki, (olumsuz tümcede) … kadar.
He so arranged matters as to please
everyone: İşleri, herkesin hoşuna gidecek tarzda düzenledi.
He is not so foolish as to believe it: Buna inanacak kadar budala değildir.
Speak louder so as to make youself heard: Sesini duyuracak şekilde yüksek sesle konuş.
Will you be so kind as to tell me: Lütfen bana söyler misiniz?
… kadar, göre.
So far as I know: bildiğim kadarı, bildiğime göre.
falanca
filan
filanca (adı hatırlanmayan kişinin yerine kullanılan söz
falan
bir şeyi yapmamak için
(a) … için, maksadıyla.
The test questions are kept secret, so as to prevent cheating. (b) derecede,
kadar, öyle ki.
The day was dark, so as to make a good photograph hard to get: Gün, iyi bir fotoğraf çekmeyi imkânsız kılacak kadar karanlıktı.
! öyle olsun!
(a) sözde, gûya, sözüm ona, (b) … adlı, …'denilen.
(a) şimdilik, şimdiye kadar.
We have built 3 houses so far. (b)
I can only trust him so far:
Ona ancak bir dereceye kadar güvenebilirim.
He accepts teasing just so far and then he gets angry: Şakaya bir dereceye kadar dayanır, sonra kızar.
(a) şimdiye kadar, şimdilik.
so far forth: bu dereceye kadar. (b) o kadar uzak.
… kadar, … derece(de).
We went as far as the town: Şehre kadar gittik.
I will help you as far
as I can: Elimden geldiği kadar sana yardım ederim.
as far as I am concerned: bence, bana kalırsa, bana sorarsan.
as far as he is concerned: ona kalırsa, ona sorarsan.
as/so far as I know: bildiğime göre, bildiğim kadarı.
as/so far as I can foresee: tahminime göre.
as far as the eye can see: göz alabildiğine.
as far back as I can remember: hatırlıyabildiğim kadarı.
As far back as 1948: Ta 1948 yılında.
… derece(sin)de, … kadar, ne kadar … ise o kadar …
In so far as we can believe these facts we will
use them.
(In) so far as I know: Bildiğim kadar.
… şöyle dursun, … bir yana, -den vazgeçtik, … yerine/yerde.
So far from taking my advice, he went
and did what I warned him against: Nasihatimi tutmak şöyle dursun, gidip yapma dediğimi yaptı.
şimdiye kadar hoş/âlâ, şimdilik işler yolunda.
vallahi, billâhi, doğrusu bu, ister inan(ın) ister inanma(yın), şerefim hakkı için.
That's exactly
what happened, so help me.
I'll pay you, so help me: Vallahi borcumu ödeyeceğim.
Vallahi, Allah şahidim olsun, namus ve şerefim üzerine yemin ederim.
I swear to tell the truth, so help me God.
! (a) (yemin) Allah şahittir, (b) Allah yardımcım olsun!
anlaşıldı, söylemeye hacet yok!
galiba öyle = öyle görünüyor = öyle gibi.
esen kal(ınız), hoşça kal(ınız), şimdilik Allaha ısmarladık.
hoşça kalın! şimdilik Allaha ısmarladık.
esenkel, Allaha ısmarladık, hoşça kal.
… sürece, şartı ile.
You may borrow the book so long as you keep it clean: Kitabı temiz tutmak şartı ile ödünç alabilirsin.
...'diği sürece
çok, külliyetli.
so many men, so many minds: Ne kadar insan varsa o kadar da fikir var.
günlük
o kadar, öylesine.
so much for that! bunun için bu kadar yeter! vesselam!
So much for his French!:
Onun Fransızcası da bu kadar!
I regard it as so much lost time: Ben bunu kaybolmuş zaman sayarım.
… kadar, … gibi, sanki … .
He looked at me as much as to say … : … demek ister gibi yüzüme baktı.

It's as much as saying he is a liar: Bu ona yalancı demek gibi bir şey.
I love you as much as I love your brother: Kardeşini sevdiğim kadar seni de seviyorum.
hattâ, … bile.
He just left without so much as saying goodbye: Allaha ısmarladık bile demeden çekip gitti.
… bile.
He didn't so much as ask me to sit down: Bana otur bile demedi.
… değil, … şöyle dursun, …'den ziyade.
I don't so much dislike him as hate him: Ondan hoşlanmamaktan
ziyade nefret ediyorum (Hoşlanmamak şöyle dursun, ondan nefret ediyorum).
bu iş burada biter, bu konu için bu kadar yeter, bu iş/düşünce böylece suya düştü.
Now it's started
raining; so much for my idea of taking a walk: İşte yağmur başladı, benim yürüyüş yapma düşüncem de suya düştü.
So much for your promise: Nerede kaldı verdiğin söz!
So much for this problem, now for the next: Bu soru üzerinde yeteri kadar durduk, şimdi ötekine geçelim.
So much for his friendship: Onun arkadaşlığı bukadarmış (Ondan başka ne beklenir?).
öylesine … ki, o derecede … ki.
hattâ öyle ki, öylesine/o dereceye kadar ki.
! Daha iyi ya! İsabet!
daha fena ya
sık sık, defalarca.
şöyle böyle, pek iyi değil.
ta ki, şöyle ki, neticede, şartıyla, … için.
öyle ki, … maksadıyla, neticede, şartıyla.
bunun için, şu halde.
! işte o kadar!
I shall do as I like, so there! Canımın istediğini yaparım, işte o kadar!
deyim yerinde ise, tabir caizse.
gûya, sanki, âdetâ, sözde, sözün gelişi, tabir caizse.
tabir caizse.
ne farkeder? ne olacak yani? ne önemi var? bana ne! umurumda mı? vız gelir!
hani
So.
= South(ern).
yapacak kadar alçalmak Fiil
ve başkaları/benzerleri, ve saire.
ve benzeri, vesaire, ilâahiri.
and so on and so forth: vesaire vesaire.
ve başkaları/benzerleri, ve saire.
vesaire, ilâh., vb., falan filân.
vesaire İsim
ve başkaları/benzerleri, ve saire.
Öyle gözüküyor.
lütfetmek Fiil
tenezzül buyurmak Fiil
patlamak Fiil
acayip, öyle mi dedi? acayip
pek çok
öylesine
sık sık
arasıra, arada bir, zaman zaman.
arasıra, zaman zaman, vakit vakit.
avantajlı durumdan yararlanmak Fiil
el de çok parası olmak Fiil
elde çok parası olmak Fiil
bir konuda son sözü söylemek Fiil
sebep ne? neden? niçin? ne sebeple?
You haven't any desire to go? how so?
Sanmıyorum.
Muhtemelen.
Herhalde.
Sanırım öyledir.
Biliyordum.
Tahmin etmiştim.
Öyle mi?
… derece(sin)de, … kadar, ne kadar … ise o kadar …
In so far as we can believe these facts we will
use them.
(In) so far as I know: Bildiğim kadar.
… bakımından, cihet(iy)le, …'e bakılırsa, … itibarıyla/hasebiyle.
He was German in so far as he was
born in Germany, but he became an American citizen in 1946.
aynen (bu sözlerle).
He didn't say in so many words: Aynen öyle söylemedi.
I told him in so
many words: Ona aynen böyle söyledim.
aynen, açıkça, kesinlikle, kesin olarak.
He told me in so many words to go to Hell: Bana aynen
"cehennem ol!" dedi.
He did not say it in so many words: Aynen böyle demedi (fakat böyle demeğe getirdi).
Bilginiz olsun, ... Zarf
Aklınızda bulunsun, ... Zarf
Haberin olsun, ... Zarf
bir at üzerine filan miktar oynamak Fiil
gürültüye boğmak Fiil
Olabilir, ama ...
pek dedikleri kadar kötü/fena değil.
ziyansız
zararsız
fena değil, iyice, oldukça iyi.
“How are you feeling today?” “Not so dusty.”
Ağır ol! Cümle
Hop! Cümle
Dur bakalım! Cümle
pek tatmin edici değil
her bakımdan Zarf
her açıdan Zarf
pek çok açıdan Zarf
türlü sebeplerle Zarf
neresinden baksan Zarf
durum gerektirdiği takdirde
birinin maaşından falan miktar kesmek Fiil
bir fiyattan falan miktar indirmek Fiil
özellikle … için.
ve benzerleri, ve saire.
Nerelerdesin?
Kaç saattir nerelerdesin?
Niye bu kadar şaşırdın ki?
birinin maaşından filan miktar kesmek Fiil
birinin maaşından falan miktar kesmek Fiil
birinin ücretinden filan miktar kesinti yapmak Fiil
aşınma ve yıpranma payı olarak falan miktarı düşmek Fiil
her açıdan yanlış İsim, Deyim
iler tutar yanı olmayan İsim, Deyim
neresinden tutsan elinde kalan İsim, Deyim
  1. sulfite
  2. sulfonamide