biriyle berabere kalmak
Verb
zararsız/başabaş kapatmak, ne kâr ne zarar etmek.
He played poker all night and broke even.
başabaş getirmek, kârı zararına eşit olmak, ancak masrafını karşılamak.
buna dayanarak üretim düzeyinde
maliyetlerin gelire eşit olduğu kâr ya da zararın olmadığı üretim düzeylerini belirleyip
üretim maliyetlerinde ve satış fiyatlarındaki değişmelerin kârlar üzerindeki etkilerini hesaplayarak
bir işin veya ürünün kârlılık analizini yapan yön
bu analiz yöntemiyle yapılan çalışmanın sonuçlarını yönetime gösteren grafik
net satışlar ve sabit masraflar arasındaki ilişkiyi gösteren ve kuruluşun hangi noktadan itibaren kâr
sağaıyabileceğini belirten grafik
ara verme noktası anahtarı
biriyle alacağı vereceği olmamak
Verb
(basım) son sayfayı tam doldurmak
Verb
düz, dümdüz, düzgün, arızasız, pürüzsüz.
an even surface. even country has no hills.
Adjective
aynı seviyede, bir düzeyde, paralel, muvazi, … ile bir (hizada/seviyede).
The snow was even with the window. Cut the bushes even with the fence.
of even date: (a) aynı tarihli, (b) bugünkü tarihle.
Adjective
düzenli, düzgün, muntazam, kararlı, üniform.
a even motion.
even pace: düzgün adım.
an even coat of paint.
Adjective
tekdüzen, yeknesak.
an even color.
Adjective
eşit, müsavi, başabaş, birbirine denk, birbirinin aynı.
even quantities of two substances. They divided money into even shares. The chances of success or failure are even. The teams are even.
to be even: eşit olmak, berabere kalmak, başabaş gelmek/kalmak.
to be even with sth: (a) başabaş/eşit kalmak, (b) öcünü almak, hakkından gelmek.
I'll be even with him yet: Ben ona gösteririm/onun canına okurum.
even bet: eşit para sürerek girişilen bahis.
Adjective
çift: 2 ile bölünebilen, 2'nin katı.
4 is an even number.
odd or even: tek mi çift mi (oyun).
Adjective
çift (sayılı/numaralı).
The even pages of a book. The even houses on a street.
Adjective
tam, ne eksik ne fazla, tamamı tamamına.
to walk an even mile. 12 apples make an even dozen. even dollars = even money: yuvarlak (küsuratsız) hesap.
Adjective
denk, dengeli, eşit.
Check to see if the scales are even.
Adjective
başabaş: ne alacaklı ne borçlu.
When he had paid all of his debts, he was even.
Adjective
sakin, temkinli, soğukkanlı, değişmez, sabit, kararlı.
even-tempered: sakin tabiatli, soğukkanlı.
even minded: temkinli, kendine hâkim.
a person with an even temper is seldom excited.
an even temperature: sabit sıcaklık.
Adjective
tarafsız, bitaraf, insaflı, hakka/adalete uygun.
an even bargain.
even handed justice: tarafsız adalet.
Adjective
dümdüz, düzgün/muntazam bir şekilde.
The road ran even over the hills. keep things running even: işleri muntazam bir şekilde yürütmek.
make even: düzeltmek, dümdüz yapmak, bir hizaya getirmek, tam satırı doldurmak için kelime aralarını açmak.
Adverb
hattâ, … bile, dahi, … de/da.
even the least noise disturbs her: En ufak gürültü bile onu rahatsız
eder.
He works day and night, even in the holidays.
I have even forgotten his name: Adını bile unuttum.
even better: daha da iyi.
without even saying goodbye.
Adverb
-ceye kadar, sonuna kadar.
faithful even to death: ölünceye kadar sadık.
Adverb
rağmen, olsa da, olsa bile.
even with that handicap, he managed to win: Bu engele rağmen kazanmayı başardı.
Adverb
aynen, tamamen, tamamıyla, tamı tamına, tıpkısı tıpkısına.
It was even so: Aynen öyle idi.
Adverb
ya da, veya.
It was he, even his brother: Ya o, ya da kardeşi idi.
Adverb
düzleştirmek, düzgünleştirmek, düzeltmek, düzgün yapmak, tesviye etmek.
Verb
eşitliği sağlamak, berabere kalmak.
Verb
akşam, arife, (bir gün) önce.
Noun
(a) daha/henüz … iken, tam o anda/sıra(da)/zamanda, tam bu/o esnada.
She left even as you came:
Tam siz geldiğiniz zaman o çıkmıştı. (b) tıpkı, aynen, tam.
Do even as I do: Tıpkı benim gibi yap.
even as he had wished: Tam istediği gibi.
Kul kusursuz olmaz (Herkesin yanıldığı zaman olur).
hattâ, … bile, … olsa da.
even if he came himself, I would not do it: O bizzat gelse bile bu işi yapmam.
ne de, hele … hiç, … şöyle dursun. (olumsuz bir tümceyi izleyen tümceyi daha da olumsuz yapar).
He can't speak Turkish, still less English: İngilizce şöyle dursun Türkçeyi bile konuşamaz (Türkçe konuşamaz, hele İngilizce hiç konuşamaz).
It was not a merely scientific interest, even less was it a political one: Sırf bilimsel bir ilgi olmadığı gibi, siyasî bir ilgi hiç değildi.
(yarışta) eşit tutarla bahis tutuşma.
şimdi bile, o zaman bile, yine de, buna rağmen.
I have explained everything, but even now (then) she doesn't (didn't) understand.
çift sayı
Noun, Mathematics
eşitleştirmek, eşit şekilde/düzgünce yaymak.
eşitsizlikleri gidermek
Verb
buna rağmen, hattâ, yine de, öyle olsa da.
Yes, but even so: Evet, fakat yine de …
The fire was out, but even so the smell of smoke was strong: Yangın sönmüş olmasına rağmen keskin bir duman kokusu vardı.
olsa bile.
Even if you're right- even so, it doesn't prove anything: Haklı olsan bile, bu bir şey ifade etmez.
şimdi bile, o zaman bile, yine de, buna rağmen.
I have explained everything, but even now (then) she doesn't (didn't) understand.
her ne kadar … da, olsa bile, … rağmen, … de, … bile.
even though you don't like wine, try a glass of this: Her ne kadar şaraptan hoşlanmıyorsan da, bundan bir kadeh iç.
dengelemek, başabaş getirmek, denkleştirmek, tevzin etmek, denge/muvazene sağlamak.
even up accounts:
hesabı denkleştirmek.
That will even things up: Bu dengeyi (hesap dengesini) sağlayacak.
eşitsizlikleri gidermek
Verb
öcünü/intikamını almak, ödeşmek, hakkından gelmek, acısını çıkarmak, misilleme yapmak.
bir şeyin altında kalmamak
Verb
birisinden acısını çıkarmak
Verb
misliyle karşılık vermek
Verb
acısını burnundan fitil fitil çıkarmak
Verb
tarafsız karar vermek
Verb
keşke, bari.
If even I could see her: Bari onu görebilsem.
fiyatları istikrarlı tutmak
Verb
fiyatları istikrarlı tutmak
Verb
doğruları paralel yapmak
Verb
eşit şartlarla karşılaşmak
Verb
hiçbir şansı olmamak
Verb
hiç direnme göstermemek
Verb
(US) tek ve çift numaralama yöntemiyle ilgili
bir ürünün fiyatını tek sayı ile biten şekilde saptama
(örneğin , 500 dolar yerine , 499 dolar gibi
yeniden rotasına oturtmak
Verb
dengeli bir konjonktür politikası izlemek
Verb