fuss

Noun (gereksiz) telâş, faaliyet, sağa sola koşuşma.
What's all this fuss about? Bütün bu telâş niye?
Noun yaygara, gürültü.
What a fuss about nothing! Don't make so much fuss over losing a penny.
Noun itiraz, tartışma, sızıldanma, şikâyet (çoğunlukla önemsiz bir şey hakkında).
Noun ufak kavga, ağız dalaşı.
Ended up having a pretty good fuss with my wife.
Noun endişe, vesvese.
get into fuss: endişelenmek, endişeye/vesveseye kapılmak.
Noun cansıkıntısı/memnuniyetsizlik gösterisi, (sonu çoğunlukla cezalandırmaya varan) öfke, kızgınlık.
There's
sure to be a fuss when they find the window's broken.
Verb (gereksiz yere) telâşlanmak, telâş etmek, (ortalığı) telâşa vermek, endişelenmek, endişeye kapılmak.

Don't fuss; we're sure to catch our train.
Verb sızıldanmak, şikâyet etmek.
Verb (basit/önemsiz şeylerle) canını sıkmak, sinirlendirmek, taciz/iz'aç etmek.
Don't fuss him while he's working.
Verb titizlenmek, titiz davranmak, ince eleyip sık dokumak.
not be fussed (about something)
Brit.-
k.d. kalendermeşrep olmak, fark gözetmemek, ince eleyip sık dokumamak.
“Would you like tea or coffee?” “I'm not fussed (= I would like either)” “ Çay mı istersiniz, kahve mi?” “Farketmez (hangisi olursa olsun)”