bütün.
all the world: bütün dünya.
all Turkey: bütün Türkiye.
all the others: bütün
ötekiler.
all my life: bütün hayatım.
with all speed: bütün hızıyla.
with all due respect: kemali hürmetle.
Sıfat
her, her şey(e), her türlü.
at all hours: her saatte.
to loose one's all: herşeyini (varını
yoğunu) kaybetmek.
my all: varım yoğum, herşeyim.
all kinds/all sorts: her çeşit/nevi.
beyond all doubt: her türlü şüphenin ötesinde/şüpheye yer vermeyecek şekilde.
Sıfat
hep(si), tamamı, tümü.
He ate all of the peanuts: Fıstıkların hepsini yedi.
almost all:
hemen hemen hepsi.
all of us: hepimiz.
all of you: hepiniz.
all together: hep beraber.
all whom I saw: gördüklerimin hepsi.
We all love him: Onu hepimiz severiz.
I know it all: Hepsini biliyorum.
Take it all: Hepsini al.
Is that all there is to it? Hepsi bu mu?
That's all there is to it: Hepsi bundan ibaret.
That's all: Hepsi bu (kadar)/vesselam.
The best of all would be … : En iyisi … olacak.
What is it all about? Ne var? Ne oluyor?
Zamir
her şey.
Is that all you want to say? Söylemek istediklerin (söylemek istediğin her şey) bu mu?
all is lost: Herşey mahvoldu.
all is over between us: Aramızda her şey bitti.
all is well: Her şey yolunda.
above all: herşeyden önce.
after all: herşeye rağmen.
Zamir
herkes, hepimiz.
all must die: Hepimiz öleceğiz.
Zamir
her şey, toplam, bütün dünya/âlem/evren/kâinat.
İsim
bir kimsenin bütün varı yoğu.
to give one's all: her şeyini/bütün malını/varını yoğunu vermek.
İsim
büsbütün, tamamıyla, baştanbaşa, tamamen.
He is all alone: Yapayalnızdır/büsbütün yalnız kaldı.
He is not all bad: Büsbütün kötü değildir.
to be dressed all in black: baştanbaşa karalar giyinmek.
She was all ears: tamamıyla kulak kesildi.
Zarf
sırf, münhasıran, yalnızca, sadece.
He spent his income all on pleasure: Gelirini sırf zevkine harcadı.
Zarf
herbirine, her biri için.
The score was one all.
Zarf
pek, çok.
You will be all the better for it: Siz bu işe çok münasipsiniz.
The hour came all too soon: Saat/vakit pek erken geldi.
He is not all there: Pek kendinde değildir/aklı başka yerlerde geziyor/terelelli.
He is all there: Onu hiç merak etme/o işini bilir/açıkgözdür.
Zarf
hepsinden önemli(si), en önemli(si)/üstün(ü), herşeyden önce/ziyade, özellikle.
Charity above all:
Hayırseverlik her şeyden önce gelir.
herşeyden önce, evvelemirde.
Above all we need some food to eat: Herşeyden önce yiyeceğe ihtiyacımız var.
sonunda, bununla beraber, mamafih, netice itibarıyla, herşeye rağmen, ne de olsa, yine de.
after all, what does it matter? Netice itibarıyla bunun ne önemi var? (Bundan ne çıkar?)
after all, he is your son: Ne de olsa oğlundur.
I decided to take the train after all: Sonunda trenle gitmeye karar verdim.
Zarf
herşeye rağmen, ne de olsa.
After all, he's still a child: Ne de olsa henüz bir çocuk.
başından beri, ta başından.
He knew all along that it was a lie: Bunun bir yalan olduğunu başından beri biliyordu.
tam yetki
Bilgi Teknolojileri
bütün mevcut kaynaklar
İsim
hemen hemen, takriben, nerede ise, az kaldı.
She is all but dead: Az kaldı ölüyordu.
hemen hemen, neredeyse, aşağı yukarı.
The job is all but finished: İş hemen hemen bitti.
tümü büyük harf
Bilgi Teknolojileri
bütün kesintilerden sonra
doğrudan doğruya bir emsal
(ücrete ek olarak) yeyip içme ve yatma (dahil).
The cook gets $60 a week and all found.
dört ayak: hayvanın 4 ayağı, insanın 2 eli ve 2 ayağı.
to land on all fours: dört ayak üstüne düşmek.
İsim
high-low-jack, old sledge, seven-up, pitch ile ayni anlama gelir. iki veya üç kişi arasında oynanan
bir nevi iskambil oyunu.
İsim
olağan, mümkün, muhtemel, tasavvur edilebilir, alabildiğine, olabildiği kadar.
The wind was as cold as all get-out: Rüzgâr alabildiğine soğuktu.
son derece.
big as all get-out: son derece büyük.
yorgun, bitkin, bitap.
We were all in at the end of the day: Günün sonunda hepimiz bitap düştük.
hepsi(ni), tamamı, tümü, bütünü (ile), bütün olarak, topu topuna, genel olarak, herşeyden önemli.
Taking it, take all in all: Alıyorsan hepsini al.
They were all in all to each other: Birbirinin herşeyi idiler.
all inall, her condition is greatly improved: Genel olarak durumu çok düzeldi.
He imagines that he is all in all in business: Kendini iş hayatında çok önemli sanıyor.
There were ten people all in all: Topu topuna on kişi vardı.
all told: tamamı, hepsi, tümü.
Bir bütün olarak ele alındığında,
prim gibi yan ödemeleri içeren ücret
her türlü zarar ziyan sigortası
İsim
en aşağı.
It cost him all of $50: Ona en aşağı 50 dolara mal oldu.
(a) tamamen aynı, birbirinin aynı/tıpkısı/benzeri.
They are all one in their love of music. (b)
farksız, farketmez, eşit, aynı, bir.
It is all one to me whether you stay or go: İster kal, ister git, bence bir/farketmez.
resmi muamele yapılmayacağına dair alış ya da satış için verilen emir
yatırım bankacılığında menkul değerlerin satışı bunları ihraç eden şirkete karşı tamamen taahhüt edilmediği takdirde
“ ya hep ya da hiç yasası
bütün güçleriyle, büyük gayretle, alabildiğine.
They went all out to finish on time: Vaktinde
bitirebilmek için bütün güçleriyle çalıştılar.
her tarafta; tamamen bitti; yeni baştan, tekrar.
(a) her taraf(t)a, her yer(i), her yer(d)e.
to travel all over: Her tarafta seyahat etmek. (b)
tamamen, tamamıyla, baştanbaşa.
I traveled all over country: Memleketi baştanbaşa gezdim.
be wet all over: tepeden tırnağa ıslanmak, sırsıklam olmak. (c) bitti, bitmiş, sona ermiş.
Troubled days are all over now: Sıkıntılı günler artık sona erdi.
dünyanın her yerinde
Zarf
selamet, tam sıhhatte, sağlıklı.
Are you all right? selamet misiniz (Sağlığınız iyi mi?)
evet, peki, pek âlâ, hayhay.
all right, I'll go with you: Peki, seninle (beraber) gideceğim.
elverişli, maksada uygun, şayanı kabul.
His performance was all right , but I've seen better.
memnuniyet verici şekilde, istenildiği gibi.
His work is coming along all right: Eseri, memnunluk
verecek bir şekilde ilerliyor.
elbette, şüphesiz, mutlaka, muhakkak, hiç şüphe yok ki.
You'll hear about this all right! Bunu şüphesiz duyacaksınız.
iyi, güvenilir, dürüst.
an all right fellow: güvenilir bir kişi.
mükemmel, hoş, tatlı.
We had an all right time at the party: Eğlentide hoş vakit geçirdik.
pek iyi, peki, hayhay.
He's all right: (a) (sağlığı) iyidir, iyileşti, sıhhatte, bir şeyi yok. (b) kötü adam değildir.
Tüm hakları saklıdır.
Hukuk
Her hakkı saklıdır.
Hukuk
bütün risklere karşı poliçe
tüm masrafların eklendiği özel fiyat
(a) tam hızla, son hızla.
The ship ran aground all standing: Gemi son hızla karaya oturdu. (b)
tam giyinmiş, tam teçhizatla, tam donatılmış.
The crew turned in all standing.
uyanık, çevik, açık göz.
He's all there: çok açık gözdür.
herkesin istediği birşey
İsim
beceriksiz, sakar, acemi.
His fingers are all thumbs: Çok beceriksizdir, eli bir işe yatmaz.
eşine raslanmamış, rekor.
all-time high temperature: eşine raslanmamış sıcaklık.
bütünüyle, tümüyle, hep beraber.
her husus göz önüne alındığında, her şey/hepsi hesaba katılırsa, topu topuna.
(a) (gazete) baskıya hazır, (b)
k.d. işi bitik.
It's all up with George, they've caught him:
George'un işi bitik, enselendi.
tamamile yanlış/hatalı/saçma.
bir pasajın bir oktav yukarıdan/aşagıdan çalınacağını bildiren talimat.
ve saire, filân, ve bütün benzerleri.
You sure you have enough gas and all? Yeteri kadar benzin
vesaireniz olduğundan emin misiniz?
Clever and all he is … : Bu kadar zeki filân olduğu halde …
bütün riskleri göze almak
Fiil
bütün riskleri üstlenmek
Fiil
(a) hiç, kat'iyen, asla, zerre kadar, azıcık, şayet, eğer.
I wasn't surprised at all: Asla hayret
etmedim.
Did you speak at all? Hiç konuştunuz mu?
I don't know him at all: Onu hiç/kat'iyen tanımıyorum.
If you hesitate at all: Zerre kadar tereddüt ederseniz …
If there is any wind at all: Azıcık rüzgâr esse …
He will come tomorrow, if at all: Şayet gelecekse yarın gelir.
Do you see him at all: Onu hiç görüyor musunuz?
Not at all: Bir şey değil, önemsiz, önemi yok, zikre değmez, asla.
If you go there at all: Şayet oraya gidecek olursanız … (b) ne diye, neden, ne sebeple, herhangi bir sebeple.
Why bother at all: Ne diye endişe edeyim? Endişeye hiç mahal yok.
hiç, asla, kat'iyen, hiçbir suretle.
He doesn't smoke at all: Asla sigara içmez.
He doesn't seem at all interested in my plan: Planımla kat'iyen ilgilenmiyor.
Do you go there at all: Hiç oraya gider misiniz?
birşeyin sonuna kadar arkasında olmak
Fiil
birşeyi sonuna kadar desteklemek
Fiil
tuhaf/acayip olmak, akıl ermemek.
It beats the Dutch how Tom disappeared suddenly: Tomun birdenbire
kayboluşu doğrusu pek acayip!
bütün tarafları bağlayıcı
bütün riskleri kapsamak
Fiil
bütün riskleri kapsamak
Fiil
başarıyla tamamlamak
Fiil
bütün sorumlulukları reddetmek
Fiil
tüm seçimleri kaldırmak
Fiil, Bilgi Teknolojileri
bütün gün telefon etmek
Fiil
montaj bütün muhataralar sigortası
İsim
montaj bütün muhataralar sigortası (montaj konusu değerleri montaj sahasında oluşan âni ve beklenmedik
hasarlara karşı temin eden sigorta
primsiz ya da sermayeden elde edilen geliri olmadan ve yakın tahakkuk edecek haklar hariç
bütün bunlara rağmen
Zarf
gene de beni uyarman gerekirdi
söylendiği kadarıyla
Zarf
söylenenlere bakılırsa
Zarf
...'in dört bir yanından
Zarf
elinden geleni yapmak
Fiil
tüm kozlar elinde olmak
Fiil
bütün kozlar elinde olmak
Fiil
tüm kozları elinde bulundurmak
Fiil
bütün kozlar elinde olmak
Fiil
tüm kozları elinde bulundurmak
Fiil
(kural) her halükârda geçerli olmak
Fiil
hepsi, hepsi dahil, hep beraber, topu topuna.
They are ten in all: Hepsi on kişidir.
toplam olarak, topu topuna, hepsi.
We were fifteen in all.
bütün harç ve masraflar dahil
her şey birbirini tutmak uyor
(bir kimsenin belirli bir husustaki irade ve muvafakatini açıkladığı belgelerdeki başlangıç sözleri
İsim
bilmediği şey olmamak
Fiil
gereken bütün hazırlıkları yapmak
Fiil
gerekli bütün tertibatı almak
Fiil
bütün siparişleri karşılamak
Fiil
Böyle rezillik olmaz!
Cümle
her şeyde mükemmel olmak
Fiil
bütün süsleri çıkarmak
Fiil
bütün hakların mahfuz olması
hiçbir itiraz dinlememek
Fiil
Tümünü Seç
Bilgi Teknolojileri
cömertçe para harcamak
Fiil
yeniden baştan başlamak
Fiil
her türlü tarifin üstünde
bülbül gibi söylemek
Fiil
görünüşe bakılacak olursa
her türlü modern konforu haiz
her türlü modern konforu haiz