uymak, benzemek.
The play does not agree with the book: Temsil, asıl kitabına benzemiyor.
uygun olmak, iyi gelmek.
This climate does not agree with me: Bu iklim bana iyi gelmiyor (dokunuyor).
...'i ... ile uyumlu hale getirmek
Fiil
...'i ...'e uygun hale getirmek
Fiil
dolu, kaynaşan.
The river is alive with fish: Nehirde balıklar kaynaşıyor.
... ile ilişkilendirilmiş
Sıfat
(a) uzaklaştırmak, alıp götürmek.
away with him! Defolup gitsin! Gözüm görmesin! Canı cehenneme!
away with it! = take it away! Götür/defet şunu! Uzaklaştır! Gözüm görmesin! (b) git!, defol! yıkıl!
away with you! Defol karşımdan!
... bankasında hesap açınız
bankacılık hizmeti almak
Fiil
bankacılık işlemleri yapmak
Fiil
sabretmek, sabırlı olmak, sabırla karşılamak/tahammül etmek, mazur görmek.
You must bear with his bad temper, he has recently been ill: Huysuzluğunu mazur görmelisin, hastalıktan yeni iyileşti.
durmadan söyleyerek/yazarak en sonunda kandırmak/ikna etmek.
They belabo(u)red him on all sides with arguments.
iyi gitmek.
Cheese belong with salad: Peynir salata ile iyi gider.
(a) ayrılmak, ilişiğini/ilgisini kesmek, bozuşmak, terk etmek.
to break with one's family/with one's former friends/with old ideas.
to break with the past: tamamen yeni bir hayata başlamak. (b) inkâr etmek, reddetmek, tanımamak.
to break with tradition: töreleri tanımamak.
(a) suçlandırmak, itham etmek, (suçu) üstüne atmak.
The police charged him with having murdered the old man. (b) görevlendirmek.
He charged me with mailing these letters. (c) borçlandırmak.
(a) anlaşmak, anlaşmaya/fikir birliğine varmak.
The two ministers didn't close with each other until near the end of the meeting. (b) razı olmak, kabul/muvafakat etmek.
The businessman quickly closed with the new offer. (c) kavgaya/muharebeye tutuşmak, kapışmak, çatışmak.
(birşeyin sonucu olarak) meydana gelmek, sonucunu doğurmak, birlikte vaki olmak, birbirini izlemek, gerektirmek.
The increase of traffic that comes with new roads.
ortaklık/arkadaşlık/toplumsal ilişki kurmak.
andlaşmak, sözleşmek, andlaşma/muahede imzalamak/akdetmek, sözleşme/mukavele yapmak.
mukayese kabul etmek
Fiil
uy(uş)mak, uygun olmak, kabili telif olmak.
The results comport with our expectations: Sonuçlar
beklediğimiz/umduğumuz gibi çıktı.
His statement does not comport with the facts.
başsağlığı dilemek, taziyede bulunmak, (bir kimsenin) matemine/kederine iştirak etmek.
(a) düşüp kalkmak, sıkıfıkı olmak, (kötü kişilerle) arkadaş olmak.
Don't consort with that nasty boy. (b) uymak, yakışmak.
Your actions do not consort with your principles.
danışmak, fikir/öğüt/tavsiye almak, istişare etmek.
He consulted with his doctor. consulting hours: muayene saatleri.
consulting room: muayene odası, muayenehane.
memnun/hoşnut/tatmin etmek/olmak.
content oneself with … : … ile yetinmek/iktifa etmek.
He contented himself with a slice of bread and cheese even though he was very hungry.
mektuplaşmak, haberleşmek, muhabere etmek.
(a) eklemek, üstüste getirmek.
Working too hard coupled with not getting enough sleep, made him ill. (b) bir arada düşünmek, çağrışım yap(tır)mak, anımsa(t)mak.
başarılı saymak, başarı ile bitirdiğini tanımak /onaylamak, muaf tutmak.
They credited me with 3 hours in history.
ekmek, zer'etmek.
The farmer decided to crop 3 fields with wheat and 2 field with potatoes.
cilveleşmek, (âşıkane) oynaşmak/sevişmek.
Never dally with a woman you don't intend to marry.
değiştokuş/mübadele/trampa etmek, takas yapmak.
uygun bulmamak, muvafakat etmemek.
yaramamak, (yiyecek) dokunmak, bünyesine uygun gelmemek, imtizaç edememek.
gözden düşme, itibarsızlık, itibarını kaybetme, hoşa gitmeme.
to be/to fall into disfavor (with):
göz(ün)den düşmek, hoşuna gitmemek.
John seems to be/have fallen into disfavor with Mary.
(a) -den müstağni olmak/vazgeçmek, onsuz da yapabilmek/idare etmek.
He could dispense with his assistant:
Asistansız da idare edebilir. (b) yol vermek, (başından) savmak, uzaklaştırmak, (c) yerini almak/doldurmak, lüzumsuz kılmak.
This new office machine will dispense with the need for a secretary: Bu yeni büro makinesi bir sekreter yerini alacak/sekretere ihtiyaç bırakmayacak.
(a) ilgisi/eli/parmağı/payı/dahli olmak.
He had a lot to do with the success of the project: Projenin
başarıya ulaşmasında büyük payı vardır. (b) işine yaramak, işine gelmek.
I could do with another $5000 a year: Yılda $5000 daha alsam fena olmaz.
serpiştirilmiş, yer yer etrafına yayılmış.
a landscape dotted with small houses.
(su vb.) serpmek, serperek ıslatmak.
(a) indir!
down with your riffles. (b) kahrolsun!
down with the King! down with the laws that have kept us slaves!
... ile berabere kalmak
Fiil, Spor
(meziyet, kabiliyet, zekâ vb.) doğuştan malik/haiz olmak, ihsan etmek.
Nature endowed her with both beauty and brains.
endowed with: malik, haiz, sahip.
(a) kullanıp/okuyup vb. bitirmek.
Have you finished with my book yet? (b) ilgisi kalmamak, ilişkiyi/ilgiyi/münasebeti
kesmek.
I've finished with him: Onunla ilgim kalmadı.
Wait till I've finished with him: Ona dünyanın kaç bucak olduğunu gösteririm.
(a) aklından geçirmek, fazla önem vermeden düşünmek.
We flirted with the idea of going abroad but decided against it. (b) küçümsemek, hiçe saymak.
'ın yüzünden dışarı taşmayan
(a) kurcalamak.
He was hurt while fooling with a loaded gun. (b) … ile oynamak/eğlenmek, ciddiye almamak, önem vermemek.
(hediye/nitelik/yetenek/meleke/meziyet vb.) ihsan/nasip etmek, lûtfetmek, vermek, tevdi/teçhiz etmek.
He prayed to God night and day to endue = indue him with a happy and healthy long life.
istenilmeyen bir sorumluluğu yüklenme zorunda kalmak
Fiil
biriyle birlikte kalmak
Fiil
birinin yanında kalmak
Fiil
hepsini bir araya getirmek
Fiil
oturulan yeri ya da görevleri paylaşmak
Fiil
aynı sırada bulunmak
Fiil
(ispat yükü) ait olmak
Fiil
(US) (bir şeyi) geliştirmek ya da yönetmek için sorumluluk almak
Fiil
biriyle tartışarak kesin olarak onu terk etmek
Fiil
... ile dolup taşmak
Fiil
...'in ekinde
Zarf, Hukuk
ile.
I will go with you. I dealt with the problem. He agreed with me.
Edat
yanında, … ile beraber/ birlikte.
He fought with his brother against the enemy. Come with me.
Edat
kullanarak, vasıtasile.
cut meat with a knife.
Edat
…'den/dan, … sebebile/yüzünden.
to die with pneumonia. to pale with fear.
Edat
… de/da, bölgesinde.
It is day with us while it is night with Chinese.
Edat
-e karşı, … ile.
He fought with his brother over inheritance.
Edat
yanın(d)a, nezdin(d)e, -e, -a.
to leave something with a friend. Leave the books with my mother.
Edat
… üzerine, …'den hemen sonra, akebinde.
And with that last remark, she turned and left.
Edat
- ile aynı fikirde.
I'm with you there: O konuda seninle aynı fikirdeyim.
Are you with me in thinking he's right? 10. -e rağmen. with all his size he was not a strong man. with all your advantages, you are not a success.
with all his wealth he is not happy: Bütün servetine rağmen mutlu değildir.
Edat
nakliyat sigortasında kullanılan bir deyim olup gerek tam ziyanın gerekse kısmi zararın poliçede belirtilen
rizikolara karşı temin edilmesi
gebe, hâmile.
to be with child: gebe/hâmile olmak.
get someone with child: birisini hâmile
bırakmak.
great/heavy with child: doğurması yakın/akşama sabaha doğuracak (kadın).